Prof.Dr. Kaan AYDOS
Bir kayanın üzerinde duran bir tavşan gördüğümüzde, birisinin canlı diğerinin ise cansız olduğunu biliriz. Kayaya değil de tavşana canlı dememizin 5 nedeni vardır (Lewis 2004): 1) Farklı yapıtaşlarının belirli bir düzen içinde organize olmuş olması; 2) Enerji üretip, metabolizmasını sürdürebilmesi; 3) Hücre içi dengeleri sabit tutabilmesi, yani homeostasis; 4) Büyüme, üreme ve gelişme gösterebilmesi; nihayet 5) Doğaya uyum sağlayabilmesi. Bunları bir arada değerlendirdiğimizde işin aslının; tavşanın hayatta kalmasını sağlayacak özellikleri bünyesinde biriktirebilmesi ve bunu da ileri nesillere aktarabilmesi olduğunu görmekteyiz Neslin başarısı ise en mükemmel şekilde eşeyli üremeyle gerçekleşir, yani bir yavru dünyaya getirerek. Bizim de yaptığımız budur; kalıtsal mirasımızı ileriki nesillere taşıyacak başarılı bir yavru yapmak için, çevreye uyum sağlama mücadelesi. Yeryüzündeki tüm canlılar bu doğa yasasına harfiyen uyar. Biz de uyarız, ama “aklımız” sayesinde öyle dolambaçlı uyum mekanizmaları geliştirmişizdir ki, sonuçta bu yumağa dolanıp, işin aslını unuttuk; çocuklarımızı!..
Çevremizde capcanlı bir yaşam olduğunun bilincinde miyiz?! Her soluk aldığımızda akciğerlerimize 500 ml hava girdiğinin. Her dakika kalbimizin 5 litre kan pompaladığının. Gözümüze saniyede 2,5 trilyon fotonun çaptığının. Şu anda bile, vücudumuzu milyonlarca nötrinonun delip geçtiğinin. Ömrümüz yetse, günün birinde karşımızdaki duvarı delip, içinden geçebileceğimizin. Aynı anda Mars’da da kitap okuduğumuzun. Şimdilik farkında olmasak bile, şu saniye güneş sönse ancak 8 dakika sonra bunu anlayacağımızın! Schrödinger’in kedisinin hem yaşadığı hem de ölü olduğunun… Gerçekten de, minicik güncel yaşantımız dışında bir şeylerin olduğunun farkında mıyız? Kendi duvarlarımız içerisine kapanmış, erişebildiğimiz sınırlarda bireysel bir mücadele veriyoruz. Neresinden bakarsak bakalım bu mücadeleden beklediğimiz kazanç, bir yandan toplum içinde bir statü edinmek diğer yandan da bedensel ve ekonomik güç sahibi olabilmek. Bunun altında yatan dürtü ise; çocuklarımızın sağlıklı biçimde yetiştirilmesi. Yani; evrene kendimizden daha başarılı bir benzerimizi kazandırmak. Tüm canlılar için genelleştirirsek; “üremek!” Oysa biz, sağlıklı çocuk kazandırmak dışında akla gelen her şeyle uğraşıyoruz. Her uğraşımızla da çevreyi biraz daha değiştiriyoruz. Ne iyi ki, dünyaya yeni gelen yavrular, değişen çevre koşullarına adapte olabiliyorlar. Eğer böyle bir adaptasyon mekanizması işlemese, yıllar önce neslimiz tükenmiş olacaktı. İşte, bizler de, bizden öncekilerin değiştirdiği çevreye uyum sağlayabildiğimiz karakterleri kazanmış olduğumuz için bu gün varız. Her gebeliğin yaklaşık %3’ü, bu uyumu gösteremediğinden dolayı kaybedilmekte veya anomalili doğmakta.
Nasıl ki bizler sağlıklı yaşadığımız için şanslı isek, bizim yavrularımızın da bu şansı koruyabilmeleri için tüm farkındalığımızı çocuklarımız üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Yaşadığımız güncel dünyanın duvarları içindeki didişmelerimizi bir kenara bırakıp, geleceğimizin teminatı ‘kalıtsal miraslarımız’ ile ilgilenmeliyiz. Biz farkında olmadan saptırsak bile, doğanın istediği de, yönlendirdiği de budur. Aksine, doğa ile çatışmaya girersek, bu %3’lük oran ne yazık ki katlanarak artacak ve kaçınılmaz son ile karşılaşacağız.
Biyosferde yaşamımızı sürdürebilmemiz için doğa ile işbirliği içinde bulunulması bu nedenle çok önemlidir. Biyosferdeki yaşamı geliştirmek ve güzelleştirmek için, doğanın yöntemlerini kullanabiliriz. Nature dergisinde yayınlanan bir makalesinde Lenton (1998) “canlılarda hangi özelliklerin devam edip hâkimiyet kazandığını tam olarak anlamak için, organizmaların hepsini ve maddesel çevrelerini göz önünde bulundurmalıyız” demekte. Evet, genler organizmanın davranışları ve özellikleri ile ilişkilidirler. Ne var ki bir şey onları tetiklemedikçe de harekete geçemezler. O halde genleri ne harekete geçirir? Bunun cevabı; ‘DNA’ya dokunan proteinler’dir. Nijhout (1990) bu gerçeği şu şekilde özetliyor: “Bir gen ürünü gerektiği zaman, genin ifadesini harekete geçiren, o genin sahip olduğu ve aniden ortaya çıkan bir özellik değil de, çevresinden aldığı bir işarettir, yani “çevre”dir!
Sözün kısası, yaşamımız, çevre ile sıkı bir ilişki içerisinde. Dolayısıyla, çevremizi tanırsak, nasıl daha güzel bir yaşama sahip olabileceğimizi de anlamış oluruz. Anne-baba ile çocuk arasındaki ilişki de, çevre ile ilişki anlamına gelir. Carlson’un vurguladığı gibi, “…uyum içinde olan bir toplum çocuklarını ne kadar çok seviyor ve sağlıklı üremeye özen gösteriyorsa, o kültürün insanları da o kadar huzurlu olacaktır (Holden 1996). Huzurlu kültürlerdeki anne ve babalar çocukları ile sürekli fiziksel temas kurarlar, bebeklerini gün boyunca ya sırtlarında ya da kucaklarında taşırlar. Sevgiyle temas kurulmayan çocukların çoğunda somatosensoriyal davranış bozuklukları yaşanmaktadır. Çocukların genleri sadece onların potansiyellerini gösterir, kaderlerini belirlemez. Potansiyellerini gerçekleştirmeleri için gerekli ortamı ise bizlerin hazırlaması gerekir (Lipton 2007)”.
Doğadan ne kadar uzaklaşırsak, dışımızdaki ortam ile aramızdaki duvarları da o kadar kalınlaştırmış oluruz. Çocuklarımızı da, izole bir dünyanın içinde yaşamaya mahkûm ederiz. Aynen bizden öncekilerin bize yapmış oldukları gibi. Doğalın mutluluğunu kaybettiğimiz için de, yapay bir mutluluk oluşturmaya uğraşırız. Mutluluğu, televizyon seyretmekle ya da sınavda birinci olmakla elde edeceğimizi sanırız. Eğer bu doğru olsaydı, üniversite sınavlarında yüksek puan alanların, dünyanın en mutlu kişileri olması gerekirdi. Böyle olmadığı için de, daha karmaşık uğraşlar yaratırız; eleme sınavları gibi. Elenecek sınav kalmayınca, yönlendirici olmayı isteriz. Çünkü ne kadar geniş bir gruba hükmedersek, toplum içindeki statümüz ve kazanımlarımız da o oranda artacaktır. Bütün bunlar, son derece ince hesaplar ve dikkat odaklanması demektir. Sonuç açık; doğal çevreye farkındalığımızın gittikçe azalması, bu bilinçle donatılan çocuklarımızın da daha dar bir alana sıkışması. Oysa etrafımızdaki duvarların dışında son derece ilginç bir düzen işlemekte. İlgilenmediğimiz için bize ilginç gelen bu düzen aslında var oluşun gerçeğidir. Bu düzenin boyutları, aklımızın alamayacağı kadar büyüktür. En-boy-genişlik diye bildiğimiz 3 boyut içinde didişerek edindiğimiz statünün, bu gün kanıtlanmış olan 11 boyutlu evren içinde sözü dahi edilemeyecek kadar önemsiz kaldığını hayal edebiliyor musunuz? Columbia Üniversitesi’nden Brian Greene’nin (2008) bahsettiği; “…her ne kadar metrenin milyarda birinin milyarda birinden daha küçük mesafeleri inceleyemiyor olsak da, kıvrılmış bu mikro ölçekler boyutlarında miniminnacık yeşil insanların yaşadığı bir uygarlık olasılığı!..”na ne demeli? İşte, içine kapandığımız yapay dünyamızın duvarlarının dışında olup bitenleri kavradığımızda, bireysel didişmelerimiz de kendiliğinden önemini kaybedecektir. Evrensel senfoninin güzelliği karşısında, ne kanserden ölüm ne de elimizdekileri kaybetme korkusu kalacaktır. Ego ve hırs, gözümüzde gittikçe ufalıp, önemini kaybedecektir.
Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza bu gerçekleri anlatmak için, 14 milyar yıllık evrenimizin yaşının yanında sahip olduğumuz 80 yılın ne kadar kısa kaldığını da ancak o zaman anlayabiliriz. Daha evrensel bir görüş açısı ile çevremiz hakkında bilgi toplayarak çocuklarımızı yetiştirmeliyiz. Ancak bu şekilde onların doğa ile uyumlu kalmalarını sağlayabiliriz. Yine ancak bu şekilde çatışmaları ortadan kaldırıp, daha huzurlu bir dünya bırakabiliriz. Doğrusu, fazla da vaktimiz kalmadı!
İşin gerçeği, çevremizi, üreme hücrelerimiz olan gametlerin gör dediği kadarıyla görüyoruz. Erkek üreme hücresi olan sperm tek bir hücredir. En az iki milyar yıllık bilgi birikimini günümüze kadar taşımıştır. Gün gelip de yaşamın şifresini dişi yumurtası olan oositin içine bırakmasıyla birlikte, etrafını yaklaşık 50 trilyon hücreden ibaret bir beden ile çevreler. Bu hücrelerin her biri, üreme hücrelerinin getirdiği şifreye göre yapılır. Çünkü beden hücrelerimizin her biri, gametlerimizin ortak genetik malzemesi ile tıpa tıp aynı DNA’yı taşır. İçeriğindeki şifrenin gereği olarak, farklı bölgelerinin çalışması sonucu, hücrelerimiz değişik organlar halinde gruplanır. Her ne olursa olsun bedenimiz, sperm ve yumurtanın ürünüdür. Bunun doğal sonucu olarak bedenimizi dıştan saran deri ve mukoza da gametlerimizin taşıdığı yapı taşlarının ürünü olur. Sadece biz değil, tüm yaşayan organizmaların dış dünya ile ilişkisini sağlayan çeperleri, üreme ya da çoğalma ile aktarılan genetik malzemeler tarafından oluşturulur. Bu, kökenleri ilk atasal tek hücreli canlıya kadar uzanan evrensel bir fenomendir (Balibar 2009).
Daha üç haftalıkken dış dünya ile aramıza sınır çekilmeye başlar. Bu sınırı ise, ektoderm adını verdiğimiz ve embriyo gelişirken yüzeyde kalan hücreler oluşturur. Yani deri, göz, kulak ve burun yüzeyel hücreleri hep ektodermden gelişir. Kısacası, yukarıda bahsettiğimiz ve bizim dış dünya ile olan ilişkimizi sağlayan duvar, işte bu ektoderm dediğimiz hücrelerin eseridir. Bu şekliyle ektoderm hücrelerini, gametlerimizi koruyan bir duvar gibi düşünebiliriz. Duvarın her bir hücresi, sperm ve yumurtadan gelen bilgilerle bezenmiş. Ne yapacaklarına dair tüm program, üreme hücrelerinin katkısıyla hazırlanmış durumda. Adeta dış dünyaya karşı örülmüş bir duvar gibi. Duvardan ne geçerse, biz de onunla yetiniyoruz. İyi de, bu duvarın ötesinde ne var?
Aslında dış dünya ile aramıza bir sınır çekme marifeti, yaşamın tam anlamıyla anahtarını teşkil eder. Yıllar önce, yeryüzünde ilk yaşam pırıltıları oluştuğu dönemlerde, sularda başıboş dolaşan nükleik asitlerin, yani ilksel DNA’nın etrafı, fiziksel nedenlerden ötürü ince bir su kabuğu ile çevrelenmeye başladı. Ditfurth’a (2007) göre böyle bir molekül öbeğinin yüzeyinde normal olarak bir miktar elektrik yükü bulunur. İşte, bu elektrik yükü de, su içindeki moleküllerde bir birikim yaratarak DNA molekülünün çevresinde zara benzer, adeta sulu bir oluşum kazandırır. Çok az miktarda da olsa, eriyik halindeki lipit gibi yağ türünden maddeler, bu sulu dış yüzeyi anında katılaştırarak, kolaylıkla yüzeyde iki tabaka arasında ince bir moleküler film tabakası oluşturabilirler. İşte bu özellikleri nedeniyle lipitler, DNA molekülünün de içinde yüzdüğü sulu eriyik ile onun sulu dış kaplaması arasına girerek, sonuçta ince bir film tabakası oluşturmuşlardı.
Önündeki 3 milyar yıl boyunca hücre zarı daha seçici bir özellik kazanmıştır. İşte, bedeni sarıp sarmalayan deri ve mukoza hücrelerimizin membranları, çevre ile aramızdaki duvarı oluşturan esas yapı malzemeleridir. İşin sırrı da bu membran yapısında gizlidir.
Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Genetik profesörü olan Bruce Lipton (2007) hücre zarına “Sihirli Hücre Zarı” adını takar. Lipton’a göre hücre zarı, yani membran kelimesi, İngilizcede beyin kelimesinin karşılığı olan “brain”i de içine alarak “mem-Brain” şeklinde yorumlanmalıdır. Lipton, yaşamın gerçek sırrının aslında o çok ünlü çift sarmalda değil; Sihirli Hücre Zarının hem mükemmel hem de çok basit olan biyolojik mekanizmalarında gizli olduğunu ve bu mekanizmalar sayesinde de vücudumuzun çevreden gelen sinyalleri davranışlara dönüştürdüğünü savunur:
Kısacası, hücresel seviyede yaşamamız, hücre zarındaki radarların izin verdiği sınırlar içerisinde sürer. İşte, bedenimizi örten deri ve mukoza duvarlarının içinde ne biliyorsak, tümü de bu duvarlardaki radarların algıladığı limitlerle kısıtlanmıştır. Bunun anlamı, bu limitlerin dışında bir şeyler varsa, bizim hiçbir zaman bunların farkında olamayacağımızdır. Daha doğrusu, en fazla, sperm ve yumurtanın taşıdığı bilgi kadar çevremizin farkında olabilmekteyiz. Eğer spermin taşıdığı genetik malzemelerin organize ettiği radarlarımızın duyarlılığı daha fazla olsaydı, etrafımızı daha farklı görüyor olacaktık. Belki de şu anda dokunamadığımız bazı şeylere de dokunuyor olabilecektik.
Üreme Biyolojisi; canlıların çoğalma biyolojilerini inceleyen bilim dalıdır. Temelinde, gametlerin taşıdığı bilgi ile vücudumuzun inşa edilmesini izah etmeye çalışır. Evet, beden, gametlerin nesiller boyunca edindiği bilgilere göre şekillenmektedir, ama canlı dediğimiz de kurulmuş makine gibi işleyen bir nesne şeklinde düşünülemez. Çevresi ile sürekli iletişim halindedir. Bu iletişimi ise ancak duyu organlarımız ile sağlayabiliriz.
Duyu organlarımıza günlük yaşantımız sırasında sayısız veri isabet eder. Biz ise ancak belirli bir eşik değeri aşan verileri kabul edebiliriz. Oysa tahmin edemeyeceğimiz çoklukta veri de bu sınırların dışında kalır. Sınırları ise yine gametlerin nesiller boyu naklettiği genetik malzememiz kararlaştırır. Keşke sınırları biraz daha geniş tutsaydı da, etrafımızda neler oluyor, daha iyi anlayabilseydik! Ama işin gerçeği, algılama kapasitemiz sadece üreme başarısına yöneliktir. Biyoloji, yaşamı devam ettirmek üzerine kurulmuştur. Fazlasına gerek duymaz. Gametler varlığını sürdürsün, yeter. Daha doğrusu doğada, genetik bilginin korunması esastır.
Duyularımız, gametlerin ihtiyacı olanından arta kalan verilerle pek ilgilenmez. Doğanın temel yasası, yavru bakımıdır. Bunu “sevgi” şeklinde tadarız. Evlat sevgisi, her şeyin üzerindedir. Anne-baba sevgisini bile aşar. Gerçekten de doğanın tüm canlıları, diğer eşin yavrusuna iyi bakması için uğraş verirler. Dişinin erkeğinden beklediği tek şey, iyi bir statü sahibi olması ve yavrusunu korumasıdır. Bunu bilen erkek de iyi bir statü edinmek ve güçlü olmak için çalışır. İşte, duyularımızın sınırları, erkeğin iyi bir statü edinmesi ve güçlü olması, dişinin de yavrusuna bakması için gerekli olan minimal verileri kabul edecek kadar gelişmiştir. Bunun için de, başkalarının üzerinde daha fazla kişisel menfaat kazanmanın peşine düşeriz. Oysa işin gerçeği; tüm kazanımlarımızın adresi, çocuktur. Çocuğu göz ardı edip de, gereğinden fazla kazanımları kendimizde biriktirmeye uğraştığımızda da, yaşam anlamsızlaşır. Neye uğraştığımızı kavramakta güçlük çekeriz. Anlam veremediğimiz bu sıkıntı içinde daha fazla çırpınırız. Çünkü kazanımların bir sonu yoktur. Çünkü neden kazandığımızın anlamını kaybetmişizdir. Anlamsız bir kavgaya gireriz. Tamamen kişisel yarışa dönüşmüş, anlamsız bir kavga. Bu kavgada yavru bakımı artık, bir yan uğraş halini alır. Duyularımızın girdilerini yavruya değil, kişisel menfaatlerimize yönlendirmişizdir.
Duyu reseptörlerimiz sayısız veri alır. Bu verileri işleyip, çocuğa yöneltmeliyiz, fazladan menfaat kazanmaya değil. Aşırı ego sadece kavga getirir. Aldığımız verilerin beynimizde yorumlanması sayesinde farkındalık yaratırız. Dolayısıyla farkındalığımız, verileri nereye yönlendirdiğimize bağlıdır. Vera Peiffer’in dediği gibi “Rüzgârın nasıl estiği fark etmez. Farkı yaratan, yelkenlerinizi nasıl açtığınızdır.” Bununla birlikte çoğu kez, yelkenlerimizi dar bir alanda esen rüzgârla doldurmaktayız. Bu daracık alanda sıkışıp kalmışız. Öyle sıkışmışız ki, ufacık çıkar çatışmaları, sanki tüm dünyamızı doldurur. Oysa başımızı kaldırıp da etrafımıza baktığımızda, milyarlarca ışık yılı genişliğindeki evrende, bu kazanımlarımız sadece bir nokta kalır. Biz de dahil etrafımızda gördüğümüz her şey, büyük patlamayla ortaya çıkan temel madde parçacıklarından ibarettir. Sayıları yaklaşık 10 üzeri seksen olan bu parçacıklar da aslında çoğalma uğraşı içindedirler. Aynen canlıların üremesi gibi. Üremenin önemi de buradan gelir. Evrensel bir yasa uyarınca canlılar çoğalır. Bu yasa, maddenin sürekli birleşmesi ve bozunması esasına dayanır. Böyle bir kozmik düzen içerisinde olduğumuzu fark ettiğimiz sürece, menfaat çatışmalarımız da ufalıp, sonunda önemini tamamen yitirecektir. Bir bakıma dilüe olacaktır. Sözümüzü bir fıkra ile sonlandıralım:
“Hintli bir yaşlı, arkadaşının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştır. Bunun üzerine bir gün, hayatındaki her şeyi dert eden arkadaşına, bir avuç tuzu, bir bardağa koyup içmesini söyler. Arkadaşı, yaşlı adamın söylediğini yapar ama içer içmez de ağzındakileri tükürür. “Tadı nasıl?” diye soran adama öfkeyle, “Çok tuzlu!” diye cevap verir. Sesini çıkarmayan yaşlı adam arkadaşını yakınlarındaki bir göle götürür ve bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyler. Söyleneni yapan arkadaşı ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken, aynı soruyu sorar: “Tadı nasıl?” “Ferahlatıcı” diye karşılık verir, arkadaşı. “Tuzun tadını aldın mı?” diye sorduğunda ise: “Hayır!” cevabını alır. Yaşlı adam gülerek: “Gördüğün gibi, hayattaki sıkıntılar da tuz gibidir, ne az ne de çok. Sıkıntılı olduğun zaman yapman gereken tek şey, sıkıntı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Bir bakıma onu dilüe etmektir.” der. Biz de sıkıntılarımızı dilüe etmek istiyorsak; başımızı kaldırıp evrene bakmalıyız. Ancak o zaman evrensel yasanın son ürünü olan çocuklarımızın önemini kavrayabilir ve uzaklarda aradığımız mutluluğun gerçekte yanı başımızda, onlara sıkıca sarılmakta olduğunu hatırlayabiliriz….
Balibar S. Atom ve Elma. ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2009.
Ditfurth HV. Başlangıçta hidrojen vardı. Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2007.
Greene B. Evrenin Zarafeti. Süpersicimler, gizli boyutlar ve nihai kuram arayışı. TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları. Ankara, 2008.
Holden C. Child Development: Small refugees suffer the effects of early neglect. Science 274, 1076, 1996.
Lenton TM. Gaia and natural selection. Nature. 394, 439, 1998.
Lewis R, Gaffin D, Hoefnagels M, Parker B. Life. McGraw-Hill Co., NY, 2004.
Lipton BH. İnancın Biyolojisi. Kuraldışı Yayıncılık, İstanbul, 2007.
Nijhout HF. Metaphors and the Role of Genes in Development. Bioessays 12, 441, 1990.