Prof. Dr. Kaan Aydos
Ne kadar şikâyet edersek edelim, yaşam güzeldir. Çocukken tek kale maçta atılan golün heyecanı, pazar tatilini müjdeleyen son dersin bitiş zilinin sesi, misket oynarken attığımız bilyenin “baş”ı vurması ya da sözlü sınavında tahtaya kalktığımızda öğretmenin “otur, beş!” diyen sesi. Biraz daha büyüdüğümüzde, sinema kaçamakları ve ehliyetsiz araba kullanma deneyimleri. Arkasından dört gözle beklenilen buluşmalar, verilen randevular, ilk pastane ısmarlamaları. Büyüdükçe heyecanın şekli de değişir; arkadaşça dolaşmalar ve ilk aşk heyecanı. Yaz tatiline çıkmak için geçmek bilmeyen saatler, anneler günü, bayram ziyaretleri, dededen gelecek harçlık… Nihayet arkadaşça ilişkilerin hayat arkadaşlığına uzanan yolu. Kendi başımıza sürdüreceğimiz mutlu yuva hayalleri, heyecandan terlemiş bir eli tutmak, nişan hazırlıkları, pembe bir gelecek için titreyerek çıkan “Evet, kabul ediyorum!” sesi. Sonrası herkes için farklı gelişebilir. Kimi için arabasının modelini yükseltmek, kimisi içinse maçta yenilen köfte-ekmek. En sonunda, ses çıkarmamak için parmaklarımızın ucunda odasını terk etmeden önce üzerini örtüp, sıcacık, uyku kokan yanağını öperken yavrumuzun yüzünü seyretmek….
İşte, son noktayı koyan tabiat yasası bu sıcacık kokudur: Kendimizden bir parça olan canımız yavrumuzun kokusu. Bu koku öyle bir enerji verir ki, onu nasıl büyüttüğümüzü, altını değiştirdiğimizi, kaç geceyi uykusuz geçirdiğimizi, saatlerce kucağımızda taşıdığımızı, ağlamalarıyla ağladığımızı, gülücükleriyle keyiflendiğimizi söz bile etmeyiz. Onunla birlikte yeniden konuşmayı, yürümeyi öğrenir, yeni baştan okula başlarız. Bildiğimizi de unutur, okuma-yazmaya yeniden başlarız. Sınavlara girer, onunla birlikte sınıf geçer ya da onunla birlikte gözyaşı dökeriz. Bu koku dışında hangi güç, sonunda belki de görüp görebileceği en şiddetli sancıyı çekeceğini bile bile, sıkıntılı bir 9 ay geçirmek için kızlara tatlı düşler kurdurabilir ki? Hele bir de onun yetişip, kendi ayakları üzerinde durabilmesine kadar yaşadığımız sıkıntıları düşünürsek, yavrumuz için yaptığımız fedakârlıkların boyutu tarif bile edilemez.
Çocuk sevgisi bir tabiat yasasıdır, çünkü yaşamın da başlangıcıdır. Yeni bir “canın” dünyaya gözlerini açması! Böylesine güçlü bir yasa olmasaydı, çocuk yetiştirme zahmetine kim katlanırdı ki? Büyükannemiz-büyükbabamız da katlanmazdı ve çocukları olmazdı. Onların çocukları olmazsa bizler hiç olmazdık. Olmazsak, yukarıda sıraladığımız çocukluk anılarımızın hiç birisi de olamazdı. Bu boş kubbede ne zil sesinin sevinci, ne tatile çıkmanın keyfi ne de romantik kaçamakların heyecanı kalırdı. O halde yaşam güzeldir derken, bunu biricik yavrularımıza borçlu olduğumuzu unutmayalım. Eş seçiyorsak ve “Evet! Kabul ediyorum” diye birlikte bir ömür sürme sözü veriyorsak, bunu fiziksel zevkimiz için olmayıp, sadece ve sadece o sımsıcak kokuyu duymak için yaptığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Kadın ve erkek, o sımsıcak kokunun etrafında toplanır. Yıllarca taşıdıkları egolarını bir kenara bırakıp, ortak bir yolda ilerlerler. Tek bir amaç için oluşturulan “ortakyaşam” yolu. Kadın, erkek ve çocuktan oluşan ortak bir yaşam. Buna büyükanne ve büyükbabaları da katabiliriz. Biz buna “AİLE” diyoruz…
Ortakyaşam makro dünyada aile olarak kaşımıza çıkar. Sanki sonradan oluşturulmuş, yapay, sosyal bir olaymış gibi. Oysa hiç de görüldüğü gibi basit bir sosyal yapılanma değildir. Çok daha derinlere dayanır. Taa genlerimize. Ortakyaşam, genlerimize kazınmış biyolojik bir dürtüdür. İstesek de istemesek de yapacağımız bir doğa yasasıdır. Olayı biyolojik olarak yorumlarsak; aile dediğimiz ortakyaşam, kalıtsal miraslarını gelecek kuşaklara aktarmak için kadın ve erkeğin aralarında yaptıkları bir anlaşmadır. Çünkü doğada yaşamın devamlılığı, kalıtsal mirasın sağlıklı biçimde aktarılmasına dayanır. Doğa bu yasasının göz ardı edilmesine asla müsaade etmez. Bunu sağlama almak için de “cinsel dürtü”yü kullanır. Kaçınamayacağımız iki dürtüden açlık dışında kalanı işte bu cinsel dürtüdür; kadın ve erkeği çocuk yapmaya zorlayan itici güç. Ama iş sadece çocuk yapmakla bitmez. Çocuğun ayakta kalabileceği zamana kadar bakımı da gerekir. Yoksa hastalık ya da çevresel faktörlerden dolayı henüz üreme çağına gelmeden ölebilir.
Doğada her canlı, kendini idame ettirecek olgunluğa erişene kadar yavrusuna bakar, onu korur. Yavru bakımı çok zorlu bir süreçtir. Kuşların henüz uçmasını öğrenmemiş yavrularını gagalarıyla beslerken çektikleri sıkıntıları hepimiz biliriz. Filler, hareketlerini ne kadar engellerse engellesin yavrularını sürekli bacakları arasında saklar. Bizler de yemez yedirir, giymez giydirir, ama çocuklarımızı eşlerine teslim edeceğimiz güne kadar uçan kuştan bile sakınırız. Bunların hepsi, anne ve babanın genetik miraslarını sürdürebilmek için bir çocuk yapma ve devamında da ona bakma dürtüsünden kaynaklanır. Daha derinlerinde ise sperm ve yumurtanın, genetik malzemelerin varlığını sürdürebilmek için bir embriyo yapma ve sonrasında da bu embriyoya bakması için bir beden inşa etmesi yatar. Ama tablo değişmez: kadın-erkek-yavru ortakyaşamı ya da sperm-yumurta-embriyo ortakyaşamı. Kadın olmazsa erkek yalnız kalır ve çocuk olmaz; çocuk olmazsa ne kadın ne de erkek hayatta var olur. Sperm olmazsa da tek başına yumurta embriyosunu yapamaz. Embriyo yoksa, ileride ne sperm ne de yumurta bulamazsınız. Tersi de geçerli. Yani bu üçlüler bir arada yaşamakla hayat bulurlar. İyi de, bu ortakyaşam keyfini nereden öğrenmiş olabiliriz?
A) Kamçıyı oluşturan spiroket bakterisi (t. Pallidum); B) Mitokondrinin atası alfaproteobakteri (a. aumefaciens); C) Kloroplastın geldiği siyanobakteri.
Tarihin derinliklerinde bir yerlerde, diyelim 2 milyar yıl öncesine kadar, dünyamızın konukları, bir zarla çevrelenmiş genetik materyalden ibaret prokaryot hücrelerdi. Daha açığı, bildiğimiz bakterilerdi. Suda yaşar, kendilerini oluşturan molekülleri kullanarak büyürlerdi. Böylece bol bol da çoğaldılar. O kadar çoğaldılar ki, artık ortamdaki organik maddeler yetmemeye başladı. Oysa hayatta kalmaları için, vücutlarını oluşturan molekülleri bir arada tutmaları gerekiyordu. Buda enerji ister. İyi de, enerji sağlayan organik maddeler bitiyor! Nereden yiyecek bulacaklar? Sudan da çıkamıyorlardı, çünkü ozon kalkanının bulunmadığı bir atmosferden gelen ultraviyole ışınları buna olanak tanımıyordu. Tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar.
Tam bu sırada bazı prokaryot hücreler içlerine porfirin moleküllerini alır (mavi-yeşil su yosunları olarak da bilinen siyanobakteriler). Aslında bu porfirin maddesini atmosferde günümüzde de bulmak mümkün. Porfirinin özelliği atmosferden gelen ışık dalgaları içerisindeki enerjiyi bünyelerinde saklı tutabilmeleridir. İlginçtir, son zamanlarda çinko-porfirin sistemleri, ışık toplayan antenlerde ve foto-akım üretiminde fotosentezi taklit etmek için kullanılmaya başlandı. Porifirin bileşikleri klorofil molekülünün yapısında da bulunurlar. Klorofil ise bildiğimiz fotosentezi yapar. Bitki hücresinde bulunan ve bitki özelliği veren organel olan kloroplastlar, işte bu klorofil moleküllerinden meydana gelmişlerdir.
Resimde Ortakyaşam, yani endosimbiyoz hipotezi Lynn Margulis tarafından oluşturulmuş olup, ökaryot hücrelerin kökeninin birlikte yaşayan ilkel prokrayot canlı topluluklarına dayandığını savunmaktadır. Şemada serbest yaşayan bir bakterinin, daha büyük bir bakteri tarafından alınması görülmekte.
Kloroplasta baktığımızda, içinde bulunduğu hücreden farklı olarak ayrı bir DNA taşıdığı görülür. Belki de, içine porfirin alan ilksel prokaryot bakteri bir kloroplasttı! Şimdi dünyanın ilk dönemlerine döndüğümüzde ortamda bulunanları bir kez daha tanıyalım: Porfirin içeren mavi-yeşil yosun benzeri (kloroplast öncüleri) hücreler ve porfirin içermeyen hücreler. Porfirinsiz olanlar, belki de tesadüfen, porfirin taşıyan bu alg/yosun benzeri hücreleri yuttuklarında, parçalayamayarak içlerinde serbest kalmalarına neden oldu. Ama sonuçta gördüler ki, içlerine aldıkları porfirinli hücre fotosentez yaparak ek bir enerji sağlıyordu. İşte şimdi sorun çözülmeye başlanmıştı: Porfirinli hücreleri yutmak. Yutanlar dışarıda besin aramaya gerek duymuyor, diğerleri ise besin için dolaşıp duruyorlardı. Besin bulamayanlar zamanla ölüp, kayboldular. Yapısında porfirin bulunduran hücreler ise yaşamlarını, dolayısıyla çoğalmalarını devam ettirebildiler. Bir kısım prokaryot ise porfirinli hücreleri yakalamak için avcılığa başladı, çünkü ancak bu şekilde enerji sağlayabilerek çoğalmaları mümkün olacaktı. Dolayısıyla, ortamda diğer hücreler açlıktan ölürlerken, porfirin içerenler yaşayabiliyordu. Tam bir yaşam mücadelesi! İşin özeti şu: Bu gün bitkilerde gördüğümüz ve ışıktan enerji yapan kloroplast organeli, bir zamanlar tek başına yaşayan bir bakteriydi. Kendi DNA’sı olan, kendi kendine çoğalan bir canlı. Ama hayatta kalmak için bir ev sahibi bulup, içine girdi. Yani ortakyaşamı keşfetti. Aynen erkek-kadın-çocuk ya da sperm-yumurta-embriyo gibi.
Artık güneş enerjisi ile ayakta kalan bir canlı türü vardı. Vardı ama bunlar aynı zamanda ortama oksijen de çıkarmaya başlamışlardı. Bugün yaşamın vazgeçilmez öğesi olan oksijen, o zaman adeta zehir tesirindeydi. Çünkü bizim tek hücreliler milyonlarca yıldır oksijensiz ortama alışıktı. Şimdi iş değişmiş, ortaya aşırı oksijen çıkmıştı. Bir önlem alınmazsa çoğu bakteri kavrulacaktı. Böyle ortamda bazı prokaryot hücreler, elektron taşıma sistemlerinde düzenlemeler geliştirerek oksijen kullanmayı öğrendi. Alfa-proteobakteriler dediğimiz bu yeni mikroorganizmalar, diğerleri için zehir olan oksijeni afiyetle kullanıyor ve gittikçe yayılıyordu. İşte tam bu sırada, can çekişen diğer prokaryotlar bu becerikli prokaryotları içlerine konuk ederek birlikte yaşamaya başladılar. Bu ortakyaşam işlerine yaradı ve artık oksijenden değil ölmek, onunla besleniyorlardı. Hem de anaerobik ortamda elde edebilecekleri enerjinin çok daha fazlasını biriktirerek. Bu bakteriler, günümüzde hücrelerimizde bulunan mitokondrilerimizin atalarıdır. Mitokondrilerimiz, son derece vefakâr olup, atalarının DNA’larına sahip çıkmışlardır. Hücrelerimiz bölünürken, onlar da kendi DNA’larını kullanarak bölünürler. Bu ortakyaşamın rahatına o kadar alışmışlardır ki, ev sahipliği yapan hücresinden ayırsak, tek başlarına hayatta kalamazlar. Tabii, ev sahibi de onsuz yaşayamaz.
Artık yaşam, ortakyaşama tam anlamıyla alışmaya başlamıştı. Hatta çevrede dolaşan kamçılı bakterileri de konuk edip, uzaklara erişme serbestisitesine de kavuştular. Kazandıkları kamçı sayesinde hem besine doğru hızla hareket edebiliyor hem de toksik maddelerden hızla kaçabiliyorlardı. Belki de sifilisin etkeni de olan spiroketler, bronşlarımızda, spermlerimizde ya da diğer organlarımızdaki siliyaların, kamçıların 9 + 2 mikrotubül yapısındaki atasıdır. Her ne kadar bunların kendilerine ait bir DNA’sı olup olmadığı tartışma konusu olsa da, biyoloji kitapları böyle bir ortak yaşamdan sıklıkla bahsetmektedir. Ortakyaşamın bize kazandırdığı konforu saymakla bitiremeyiz. Dahası, sonradan kazanılan mikrotubüllerin hücre bölünmesinde oynadıkları yaşamsal rol de var. Böylesine bir yapıyı bünyesine katan mikroorganizma mitoz da geliştirmiş olabilir, mayoz da. Yani gametlerin oluşumuna da öncülük etmiş olabilir. Bu ortakyaşamın içinden gelen sperm ve yumurta da iç içe yaşamak için milyonlarca yıldır birbirlerine koşup dururlar. Bizler de bunların peşine takılmış, var gücümüzle sevgilinin peşinden koşturuyoruz. Nasıl ki kloroplastı, mitokondriyi, spiroketi içine konuk eden hücreler bölünüp, benzeri bir ürün yapıyorsa, sperm ve yumurta da ortak eserleri olan embriyoyu verir. Kadın ve erkeğin ortakyaşam rahatlığı içinde bir yavru yapıp, onu korumaları da bundan farklı değildir. Hepsi 2 milyar yıl önce başladı ve cazibesini bu gün bile korumakta. Ortakyaşamın en son eriştiği nokta ise; AİLE kurumu olmuştur. İleride bu nereye kadar gider, bilemeyiz. Ama bildiğimiz tek şey varsa o da canımız yavrumuzun sımsıcak kokusu. Bu koku her şeye değer….
Diğer Söyleşi Konu Başlıklarımız….
İnfertilite Tanı ve Tedavisinde Güncel Androloji
Kısırlık Tedavisi Nereye Gidiyor
Yardımcı kaynaklar
Şahin D. Yaşamın tarihi. Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2011.
Campbell NA, Reece JB. Biyoloji. Palme Yayıncılık, Ankara, 2006.
Punset E, Margulis L. Hayat Kitabı. NTV Yayınları, İstanbul, 2010.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Endosimbiyoz_kuram%C4%B1
http://en.wikipedia.org/wiki/Treponema_pallidum
http://en.wikipedia.org/wiki/Agrobacterium_tumefaciens
http://biyorss.com/2010/10/sarmal-ipliksi-siyanobakteri/
http://www.biyolojigunlugu.com/gecmisten-gelecege-mitokondrilerimiz-2