Doğal yolla çocuk sahibi olamayan çiftler için tüp bebek büyük bir umut kaynağı olmuştur. Gerçekten de, kısırlıktan yakınan olguların yaklaşık yarısında bu yolla gebelik elde edilebilmekte. Dünyada tüp bebek çalışmaları 40 yıl önce başladı. İngiltere’de Louise Brown tüp bebek yöntemiyle dünyaya gelen ilk çocuktur. Bu başlangıç denemelerinde erkekten alınan spermler kadından toplanan yumurtanın etrafına bırakılmakta ve kendiliğinden yumurtaya girmesi beklenmekteydi. Ancak sperm sayısı çok az ise ya da yumurtanın zarlarını delip de içine giremeyecek bir zayıflığa sahipse, bu durumda ne yazık ki döllenme gerçekleşemez ve istenen sonuç da alınamaz. İşte, 1991 yılında Cornell Üniversitesi’nden Prof. Gianpiero D. Palermo, bu sıkıntıları çözüme kavuşturmak üzere tek bir sperm hücresini saç kılı kalınlığında bir iğne yardımıyla yumurta içine yerleştirerek günümüzde ICSI ya da mikroenjeksiyon olarak bilinen tekniği gerçekleştirdi. Böylelikle tüp bebekten fayda gören çiftlerin sayısı da önemli ölçüde artmış oldu. Hemen arkasından da, azoospermik erkekleri baba yapacak TESE ya da testiküler sperm eldesi tekniği ile tüp bebek tedavisi başladı.
Mikroenjeksiyon ile tüp bebek yönteminin başarısını artırmak üzere günümüzde çalışmalar halen devam etmektedir. Böylelikle çok zor olgular da bile yüz güldürücü neticeler alabilir duruma geldik. Tüp bebeğin başarısı 4 ayağa dayanır; sperm, yumurta, embriyonun yerleştirildiği rahim ve laboratuvar. Her birinin kendine göre çok özen gerektiren kuralları vardır. O nedenle de bir tüp bebek denemesi başarısız kaldığında bu 4 faktörü birlikte değerlendirmek gerekir.
Normal bir embriyonun gelişmesi ve sağlıklı doğumla sonlanması için gerekli genetik malzemenin yarısı spermden gelir. Spermin taşıdığı sadece genetik kargo değildir, döllenmeyi başlatacak sentriol, yumurtayı uyandıracak proteinler ve çok sayıda besleyici molekül parçacıkları da yine spermle gelir. Dolayısıyla tüp bebekte nasıl sperm kullanıldığı önemlidir.
Genel olarak bir sperme sağlıklı demek için şeklinin ve hareketinin normal olması beklenir. Ancak son yıllarda buna ilave olarak spermin DNA sağlığının da döllenme başarısında belirleyici olduğu anlaşıldı. Çünkü DNA hasarı yüksek sperm örnekleri kullanıldığında gerek embriyo gelişiminde gerekse gebeliğin sürdürülmesinde ciddi sorunlar ortaya çıkmakta. Gerçekten de, tekrarlayan düşük olgularında sperm DNA hasarlarına daha sık rastlıyoruz. DNA hasarının bir diğer önemi ise ileri yaş ya da yumurta kalitesi azalmış kadınlarda karşımıza çıkmakta. Çünkü spermin hasarlı DNA’sı kısmen yumurtada tamir edilir. Yumurtanın bunu onaracak kapasitesi kalmamışsa doğal olarak embriyo gelişimi de riske girer. Zaten gücü azalmış bir yumurtanın bir de mevcut enerjisini spermi tamir etmek için harcaması embriyodaki zayıflamayı artıracaktır. Dünya Sağlık Örgütü WHO da son rehberinde erkeğin rutin tetkikleri arasında sperm DNA hasarına bakılmasını önermiştir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, tüp bebek adayı olan bir erkekte sperm hareketi ve morfolojisinin yanı sıra DNA kalitesinin de değerlendirilmesi önemlidir. Tüp bebek sırasında yumurtaya yerleştirilmek üzere tek bir sperm bile yeterli olacağı için, rutin tahlillerde sayının düşük olması bir anlam taşımaz. Ancak testisin sperm üretimi bozulmuşsa, üretilen spermlerin kalitesi de azalır. Gerçekten de, kriptozoospermi dediğimiz ve nadir sayıda sperm çıkan erkeklerde sıklıkla sperm şekillerinin bozulduğunu görüyoruz. Bunların gebelik başarısı da düşmekte. Dolayısıyla, tüp bebeğe geçmeden önce sperm kalitesini düzeltecek ön tedavilerin yapılması sağlıklı bir embriyo gelişimi ve doğum için önemlidir. Hatta ejakulatta çıkanların sayı ve kalitece yetersiz kaldığı durumlarda testisten alınacak spermlerle tüp bebeğin yapılması da önerilir.
Bu yazı https://www.hurriyet.com.tr/aile/ sayfasında yayınlandı
Resim https://openclipart.org/